Gece, her gün aynı ritüelle başlardı. Gökyüzü siyah kadife bir örtü gibi serilir, yıldızlar parıltılarıyla bu örtüyü işlerdi. Gece, bu süslemeyi gururla yapar ama kalbinin derinliklerinde bir özlem taşıdı. Gündüzün parlak ve sıcak ışığını her sabah terk etmek zorunda kalırdı.
Her sabah güneş doğduğunda, gece siyah örtüsünü usulca toplar, arkasına bakmadan çekilirdi. Çünkü arkasına baktığında, kalbinde tuttuğu özlem yarasına dönüşürdü. Gündüzün gelişiyle beraber gökyüzü maviye boyanır, bulutlar özgürce süzülürdü. Gündüz, bu parlaklığın altında hep geceyi düşünürdü.
Alacakaranlık, onların tek buluşma noktasıydı. O kısa anlarda, gece ve gündüz gökyüzünde el ele tutuşur gibi olurdu. Gece, gündüzün sıcaklığına dokunur gibi olur; gündüz, gecenin serinliğini hisseder gibi olurdu. Ama o an her seferinde çok çabuk geçer, güneş tam anlamıyla doğar ve geceyi uzaklara iterdi.
Gündüz, geceye her elveda dediğinde kalbinde bir burukluk taşırdı. Ama bu buluşmalar, onların aşkının sessiz şahitleriydi. Kavuşamamak, sevgilerinin sonu değil, başlangıcıydı.
Çünkü bazı aşklar, uzaklığa rağmen var olurdu. Bazı ruhlar, dokunmadan birbirini hissederdi.