Güneş, sabah doğduğu an, aklında tek bir görüntü olurdu: Ay’ın gümüş ışığı. Her sabah, tüm parlaklığıyla gökyüzüne hükmederken, içten içe Ay’ı arardı. Bulutların ardında, gün ışığının ötesinde Ay’ın siluetini görmek isterdi.
Ama Ay, gecelerin hükümdarıydı. Güneş’in varlığında kaybolur, karanlığın gelmesini beklerdi. Gece olunca, Ay gökyüzünde gümüş bir tepsi gibi parıldar, yeryüzüne huzur saçardı. O anlarda Güneş, uzaklardan bu güzelliği izler, kalbinin derinliklerinde bir özlem hissederdi.
Güneş batarken, kalbinde Ay’ı yeniden görebilme umudu taşırdı. Ufuk çizgisinin ardında kaybolurken, Ay’ın gecede yükselmesini hayal ederdi. Ve Ay, tam o anda ortaya çıkar, gökyüzünde tüm zarafetiyle dans ederdi.
Ama ikisi hiçbir zaman yan yana gelemezdi. Gökyüzü onları ayırır, kaderleri uzak tutardı. Güneş, Ay’ı sevmekten vazgeçmedi. Her sabah yeniden doğdu, her akşam yeniden battı. Ay da her gece gökyüzünde parladı, her seferinde Güneş’in varlığını kalbinde hissederek.
Çünkü bazı aşklar, kavuşamamakla değil, beklemekle anlam kazanırdı.